Ölüm güneşe benzer, doğrudan bakamazsın…
İ. Bunin “Arsenyev’in Yaşamı”
Sevgili M.!
Bu satırları sarı plastik bir masanın başında sarı plastik bir sandalyede oturarak yazıyorum. Sözü edilen sarı nesneler, kiraladığım kır evinin yakınında, sararmaya başlayan huş ağaçlarının altında duruyor. Evin sarı olduğunu söylemeyeceğim.
İki hafta önce S. bana, dağların yükseklerinde senin bulunduğun yerin altında bir kar kornişinin çöktüğüne dair bir haber linki gönderdi. Buna sinir oldum çünkü Atlanta Turnuvası’nda genç Amerikalı tenisçiler Taylor Fritz ile Reilly Opelka arasında oynanan naklen maç yayınına ara vermek zorunda kaldım. Üç sette aralarında neredeyse elli eys yaparak servis atma konusunda tam bir ustalık dersi sergilediler. Böylesine az rastlarsın.
S., yayınlanmamış olan bazı ayrıntıları biliyordu. Bana, dağcılık kulübü üyelerinin seni birkaç gündür bulamadıkları için ve dağlarda havanın çok soğuk olması sebebiyle olumlu bir sonuç elde etme şansının sıfıra yaklaştığını düşündüklerini söyledi.
Öğrencilik yıllarımızda “Çavdar Tarlasında Çocuklar” kitabını beraber defalarca tartışmıştık. Holden’ın, öldüğün anda seni hemen bir kenara atacakları düşüncesini hatırlıyor musun (alışkanlıkla şimdiki zamanı kullanıyorum)? İşte, iyimserler umutlu olsalar da, ben seni çabucak ölüler listesine ekledim.
Ancak bunu yapmadan önce, dağ yürüyüşü konusunda bilgi sahibi olan tanıdıklarıma kurtarma ekiplerinin çalışmalarına ek olarak bir keşif gezisi düzenlemenin fayda sağlayıp sağlamayacağını sordum. Bu oldukça maliyetli olacaktı, ama gerçekten kurtarılma şansın varsa para dökmeye hazırdım. Ancak herkes senin donma ya da yaralanma nedeniyle mutlaka ölmüş olduğunu söyledi.
Senin cansız bedenini bulma girişimlerine ise bir servet harcamaya acıdım, özür dilerim.
O zamandan beri haberler, hayatta olan grup üyeleri hakkındaydı. Yayınlardan anlaşılacağı üzere, arkadaşların önce seni uzun süre kendi başlarına aradıktan sonra kurtarma ekiplerini çağırmış gibi görünüyor. Şüpheci bir kişi, senin emniyet ekipmanın olmadığını, grup üyelerinin ise cesedi bulup emniyet kemeri bağlamak istediklerini düşünebilirdi. Kurtarma ekipleri dağlarda ekipmansız bir ceset bulduğunda sorulardan kaçınmak zordur.
Bununla birlikte ben dağcılık konusuna çok yabancıyım. Meseleyi anlamadan birinden şüphe duymak doğru olmaz. Muhtemelen, böyle bir durum olsaydı, kardeşin, bir avukat olarak olayı açıklığa kavuşturmaya çalışırdı.
S. ve ben, Yu.‘ya senin ölüm haberini kimin vereceği konusunu düşünmeye başladık. Yu., sana grubumuzdaki diğer arkadaşlardan daha sıcak duygular besliyordu. Haberi ona bildirme görevi bana düştü.
Hatırlarsın, Yu. hiçbirimizin onaylamadığı dağcılık tutkuna radikal bir şekilde karşı çıkıyordu. İyi kalpli Yu., senin dağlarda öleceğini bile iddia ediyordu.
Ona yazdıktan sonra Nabokov’un Humbert’inin şu düşüncelerini tekrar okudum: “...Arkadaşlarımızın, bizim onlar için belirlediğimiz mantıksal ve genel kabul görmüş bir programa uymalarını bekliyoruz. Örneğin, X asla bizi alıştırdığı vasat senfonilerden bu kadar keskin derecede farklı olacak ölümsüz bir müzik eseri besteleyemez. Y hiçbir zaman cinayet işlemez. Z hiçbir koşulda bize ihanet etmez. Hepimiz bu bilgileri grafiklere dağıtmışızdır ve bu kişiyle ne kadar az görüşürsek, her bahsedildiğinde onun hakkındaki düşüncelerimize ne kadar itaatkâr olduğunu görmek o kadar hoşumuza gider. Kendi belirlediğimiz kaderden ufacık bir sapma, bize sadece anormal değil, aynı zamanda dürüst olmayan bir şey gibi gelir”.
Y, yani Yu., Z ile (yani seninle) ilgili en kötü kehanetinin gerçekleşmesinden dolayı kasvetli bir memnuniyet hissetmiş midir acaba? Gerçekten ölümü dağlarda bulacağını mı düşünmüştü, yoksa niyeti seni sert bir söylemle etkilemek miydi? Belki de biri diğerini dışta bırakmıyordu? X’in bunu öğrenmesi pek olası değil, bu tür soruları sormanın zalimce ve anlamsız olduğunu düşünür, çekingen Yu. ise kendi içsel düşüncelerini açıklamaya niyetli olmayacaktır.
Daha sonra üçümüz arasında kardeşinle iletişim kuran tek kişi olan Yu., bana ve S.‘ye havadisleri bildirdi: bazı akrabalar senin ölüm gerçeğini kabul ederken, diğerleri umut etmeye devam ediyordu; anlaşılır nedenlerden dolayı cenaze töreni yapılmayacaktı; ailene yardım amacıyla bir hesap açılmıştı, üçümüz de bu hesaba parayı aktarmayı ihmal etmedik.
Seninle nasıl tanıştığımızı hatırlamaya çalışıyorum ama birbirimize elimizi uzatıp kendimizi tanıttığımız anı gözümde canlandıramadım. Sanırım böyle bir tokalaşma olmamıştı. Sadece üniversitede dersler başladıktan kısa bir süre sonra sınıf arkadaşlarımın arasından seni seçtim, aynı şeyi D., Yu. ve S.‘ye yapmamdan az bir zaman sonraydı bu.
D. ile senin ölümünü tartışırken seninle ilgili ilk anımızın ortak olduğunu keşfettik. Birinci sınıfın başında dekanlık birimine yakın bir yerde ders programlarını asmışlardı ve her grup, seminerleri hangi hocadan alacağını öğreniyordu. Ben ve D.‘den farklı olarak sen yurtta kalıyordun ve profesör ve öğretim üyeleri hakkındaki dedikodulardan ve hikâyelerden haberdardın. Bizim gruptaki öğrenciler seni tatmin etmemişti, ders programının yanından ayrılırken D. ile bana şöyle demiştin:
“Amma da boktan grup! Ben buraya eti senin kemiği benim mantığıyla gelmiştim, başım okşansın diye değil! MGİMO’ya gitmek varmış…”
Bilmem hatırlar mısın, D. ile ben ilk üniversite sınavında başarısız olmuştuk ve yeniden girmek için bir yıl hazırlanmıştık; bu yüzden, on yedi yaşına özgü idealizmle, aramızda torpilli dediğimiz, yani üniversiteye ebeveynlerinin bağlantıları veya onların parası sayesinde kabul edilme gibi en ufak torpil belirtilerine küçümseyici tepkiler veriyorduk. Bu tür işaretleri fark ettiğimizde öfke duyuyor ama aynı zamanda zafer de hissediyorduk, çünkü bizden bir sonraki sınıf arkadaşımızı daha şanslı ama kendimizden daha az zeki olarak kaydedecek bir neden ortaya çıkıyordu. O sefer ben başarısız olmuştum ama daha akıllı olan D. bana şöyle demişti:
“Torpilli bebe…”
Bu arada, senin “boktan” kelimesini kullanıp kullanmadığından emin değilim. Daha sonraları senin memleketin olan Belgorod bölgesinden insanlarla konuşurken, bu kelimeyi “özürlü” kelimesiyle birlikte kullandıklarını fark ettim. Anladığım kadarıyla ilki “dışkı” isminden, ikincisi ise “sakatlamak” fiilinden geliyor.
Bir yılın ardından sen de diğer taşralılar gibi başkente getirdiğin kelime haznesinin büyük bir kısmını kaybettin. Bizim grubu nasıl değerlendirdiğini, boktan mı yoksa özürlü mü saydığını hiç sormadım.
Sen vakit kaybetmeden başka bir gruba geçtin. İronik olan şuydu ki, hatırlarsan, terk ettiğin grup sınıfın en iyisiydi. Yu.‘nun diplomasında bir tane B vardı, ben dört dönem üst üste A ile geçmiştim ve grupta böyle pek çok öğrenci vardı, ama sanırım en çok bize eziyet ettiler. Bu da ortak derslerde karşılaştığımızda birbirimize mizahi atışmalar için bir neden sağlıyordu.
Kısa süre sonra, senin lise olimpiyatlarında derece kazandığını öğrendim. Bu olimpiyatlar sayesinde yoksul ailelerin çocukları iyi bir üniversiteyi seçme fırsatı buluyordu. İşte, ders programının yanında yaptığın konuşma, bu seçimin doğruluğuna dair duyduğun şüphelerle ilgiliydi.
Adam kayırma şüphelerine karşı seni koruyan şey, mükemmel akademik başarıların oldu. Sen benden daha fazla konu okuyup özümseyebiliyordun, hafızan da daha iyiydi. Yargılarında daha bağımsızdın ve aynı zamanda fiziksel olarak daha güçlüydün ki bu da ciddi entelektüel yüklerle başa çıkmada önemli rol oynar. Sonrasında kariyerimin seninkinden daha hızlı gelişmesi bana tuhaf gelmişti.
Bu düşünce beni New York’un dayanılmaz soğuk bir gününde meşgul etti. Sokaktayken dondurucu ayazda zihinde beliriveren bir sorudan kurtulmak kolay değildir. Sonunda Manhattan’da bir kafede otururken, birinci sınıftan beri sadece ders, kariyer ve zaman zaman da edebiyattan başka doğru dürüst bir şeyle uğraşmadığımı fark ettim. Pek de parlak olmayan tüm yeteneklerimi profesyonel biri olma yolunda kullanmış ve bunda da başarılı olmuştum. Kadınlar, arkadaşlar ve hayatımdaki diğer şeyler, hedeflerime ulaşmam için birer araç oldular veya oyalanmama olanak sağladılar. Senin ise çocuklara ve spora fazlaca zaman ayırdığına bakılırsa, hayatında işten daha fazlası vardı.
Birinci sınıf öğrencileri olarak D.‘den ve benden daha tecrübeli bir gözlemci senin o günlerdeki haline baksa, şüphe uyandıran bir torpilli için oldukça mütevazı giyinmiş olduğunu anlayabilirdi. Birinci sınıftayken giydiğin eski süveteri ve pantolonu hatırlıyorum. Ben kendi üzerimdeki kotla hava atabilirdim ama benimki lise yıllarımdan kalmaydı ve biraz kısaydı, oysa senin pantolonun belli ki üniversiteye başlamadan hemen önce alınmıştı, o yüzden üzerine iyi oturuyordu. Tam bir inek gibi görünüyorduk. Sanırım öyleydik de.
İtalya’da seyahat ederken John Maxwell Coetzee’nin “Taşra Hayatından Manzaralar” kitabını okudum. Bir bölüm, bana üniversite yıllarımızdaki halimizi hatırlattı: “Çünkü eğer ne zengin, ne yakışıklı, ne de seksiyse — bu niteliklerin hiçbirine sahip değilse — o zaman, üstelik bir de zeki de değilse, geriye ne kalıyordu?”
Şimdi, tanıştığımız günü düşününce, tokalaşmamızın mümkün olamayacağını fark ediyorum. Üniversiteye başladığımızda sen sağ kolunda alçıyla dolaşıyordun. İlginç bir suçlu gülümsemesiyle bizi meraklandırırken, başına ne geldiği sorusuna cevap vermekten kaçınıyordun. William Faulkner’ın “Yoknapatawpha” destanındaki karakteri Buddy McCallem’i kıskandıracak bir ulaşılamazlığın vardı. Birinci Dünya Savaşı’nda onu askeri ödüle götürecek ne tür bir kahramanlık gösterdiğini kimse Buddy’den öğrenememişti.
Hatırladığım son buluşmamız 2019’un yazındaydı. Eskiden ayda iki kez toplanan grubumuzla uzun bir aradan sonra ilk kez buluşmuştuk: Yu., S., sen ve ben. Birkaç yıl boyunca buluşma noktamız olan Smolenskaya üzerindeki Pizza Dünyası artık kapanmıştı ve biz de Arbat’ta Spasskaya Kilisesi’nin yakınındaki meşhur mantıcıda akşam yemeği yemiştik.
Olağandışı bir şey hatırlamıyorum. S. sakal bırakmıştı, sen ise herkesten sonra gelmiştin. Yemekten sonra her zaman olduğu gibi Arbat metrosuna kadar yürüyüş yaptık. Metroda ilk hat değiştiren Yu. oldu, S. ise Kurskaya istasyonunda bizimle vedalaştı, ikimiz birkaç durak boyunca yola birlikte devam ettik. Ne konuştuğumuzu unuttum çünkü o buluşmayı son görüşme gibi algılamamıştım, ama senin takım elbise giydiğini hatırlıyorum, kıyafetini ise üzerinde kafatası desenleri olan bir kravat tamamlıyordu. Ne ucuz bir sembolizm, değil mi?
Bu arada, kravatın takım elbiseden çok daha ucuz görünüyordu. Bana Madrid’in herhangi bir yerindeki aile dükkânlarının ürünlerini hatırlatmıştı. Orada, Yu.‘nun söylediğine göre, bu tür ilmekler on beş euroya satılıyormuş.
İşte, X ve Z son kez böyle görüşmüşlerdi. Sonra Z dağlarda kayboldu ve X’in o buluşmadan hatırladığı tek şey arkadaşının zevksiz kravatı oldu.
Ancak, bahsettiğim bu buluşmanın sonuncu olduğunu garanti edemem. Sonuçta, ölümüne iki yıl vardı. Bu kadar sürede bir araya gelme fırsatı bulamadığımızdan emin değilim. Bu soruyu Yu. veya S.‘ye sormak isterdim ama tenis maçı başlamak üzere.
Taylor Fritz, senin ölüm haberini aldığım gün kazanmıştı. Şimdi ise o günkü rakibi olan Reilly Opelka, Stefanos Tsitsipas ile oynuyor. Umarım maç üzücü bir haber almadan oynanır.
Arkadaşın X
…Ağustos 2021, Tver Bölgesi
Sevgili M.!
V. ile Tverskaya Bulvarı’ndaki Puşkin restoranında yemek yemeye karar verdik. Şu anda saat 17.30 ama ben çoktan restorana gelmiş oturuyorum; Four Seasons’daki görüşmeler planlanandan erken bitti.
Daha önce buraya yolun düştü mü bilmiyorum. Yemekleri lezzetli, servis özenli ve üstelik bir sürü eski kitap bulunuyor, bu yüzden çocukken saatlerce sayfalarını karıştırdığım Brockhaus ve Yefron Ansiklopedisi’ni okuma olanağı da var. Michel Houellebecq’in “Mücadele Alanının Genişlemesi” adlı romanının kahramanı, tüm hayatını okuyarak geçirmek mümkün olsaydı başka hiçbir şey istemeyeceğini daha yedi yaşındayken bildiğini dile getiriyor. Sanki beni anlatıyor.
Seni arama çalışmalarıyla ilgili haberler azaldı ve iyimserlerin seni bulma umutları tükendi. Bu mektubu okumayacaksın, tıpkı bir öncekini okumadığın gibi.
Kariyerin boyunca hiç kimsenin okumadığı çok sayıda metin yazdın. Benim mesleki yayın listemde de böyle şeyler var, ama seninkinden on kat daha az. Hukuki belgelerin muhtıralardan, raporlardan ve diğer analizlerden daha sık okunduğunu hiç düşünmüş müydün? Muhtemelen, dava işlerine dâhil olmadığın için düşünmemişsindir, oysa senin polemikçi enerjin, hukuki mücadelelerde mükemmel bir kullanım alanı bulabilirdi.
Hukuki belgeler genellikle en azından karşı tarafça okunur; bunlar mahkeme kararına etki edebilir ve bu da insanların yaşamlarını etkileyebilir. Analitik belgelerin okunma şansı çok azdır. Örneğin, bir danışmanlık firmasının çalışanı kendi metnini okumaz. Proje yöneticisi bununla uğraşmak istemez, hele firma ortağı hiç istemez. Böylece el değmemiş belge, müşteriye ulaşır. Orada metne ilgi göstermeleri gerekir çünkü bu belge için bazen oldukça fazla miktarda para ödenmiştir. Ancak, rapor genellikle mevcut durum hakkında değil, potansiyel bir anlaşmayı haklı çıkarmak için hazırlanmıştır. Danışmanlar belgelere erişim sağlayıp analiz ettikçe ek bilgi talep ederler, sonuçlarını ve önerilerini sunarlar, gelecekteki sözleşmenin koşulları defalarca değişir. Anlaşmayı tamamen iptal bile edebilirler. Ben böyle raporlardan onlarca yazdım ve büyük çoğunluğunu kimse okumadı.
Bu, başlı başına bir tür. Yazarın, okuyucusu olmayacağının farkında olduğu bir masa başı çalışması değil, okuyucunun fişek konumunda olduğu bir Rus ruleti çeşidi.
Bu kadar iş konuştuğumuz yeter. Sen zaten menzil dışına çıkmak, bir iki hafta patron ve müşterilerden uzak kalmak istediğin için dağ sporları yapıyordun. Böyle birine yazılan mektubu mesleki konularla doldurmak haksızlık olur. Kadınlardan konuşalım.
Benim kız arkadaşlarımdan G.‘yi görmüştün. Dördüncü sınıfta tez hazırlığı için senden birkaç kitap almam gerekiyordu ve metroda buluşmuştuk. G., benimle birlikteydi. Senin kendisi hakkında bana sonradan bir şeyler söyleyip söylemediğini öğrenebilmek için kulağımı kurutup durmuştu.
Ben de senin kız arkadaşını görmüştüm. Adı N. idi, senin karın oldu, sonra da dul kaldı.
Dokuz sene önce dağ yürüyüşünde bacağını kırmıştın. Bu haberi bana kimin verdiğini hatırlamıyorum. Eğer yine S. ise, o zaman en iyi arkadaşımızı felaket tellalı ilan edebiliriz.
Senin Moskova’da hastaneye kaldırılmandan sonra biz, Yu. ve S. ile seni ziyarete gelmiştik ve odanda N. ile tanışmıştık.
Yaralanmanın ardından seni ilk gördüğünde şöyle demişti:
“Hayatta kaldığın için teşekkür ederim…”
Bu sözleri bize birkaç kez aktarmıştın. Kadınlar, bilirsin, daha duygusal ve tatlı dilli olurlar. Hem de bacağını kırmış erkek arkadaşını gördükten sonra ne yapabilirdi ki? Kafasına tava mı geçirseydi?
Yu. asla tatlı sözlere meyilli olduğunu düşündürecek bir şey yapmazdı. Ölüm haberini öğrendiğinde senin N.‘nin sözlerini tekrarlarken duyduğun coşkuyu hatırlayıp hatırlamadığını bilmiyorum. Yu.‘nun hafızası iyidir, hatırlıyordur belki. Bu durumda, o kelimeleri acıyla, ama aynı zamanda alaycı bir tavırla düşündüğünü sanıyorum. Benim gibi o da senin çocuk sahibi olmanın tehlikeli hobine son vereceğini umuyordu. Ancak Yu.‘nun birkaç hafta önce ifade ettiği gibi N. de “bu saçma şeyle uğraşıyordu” ve hobini değiştirme şansın çok zayıftı.
N. ile yaşadığınız aşktan önce ciddi bir ilişkin olmuş muydu bilmiyorum. Ondan önce bir kız arkadaşının olduğundan bile emin değilim. Üniversite yıllarındayken bana hiç ilişki yaşamamış bakir biri gibi görünüyordun.
Bu yazdıklarım bizi hiç tanımayan birinin eline geçse, özellikle de düğününe katılmadığım gerçeğini göz önünde bulundurarak o kadar da yakın arkadaş olmadığımız sonucuna varabilir. Düğününü dağcı arkadaşlarınla mı yapmıştın yoksa hiç yapmamış mıydın, hayal meyal hatırlıyorum.
Yine de seninle yakın bir ilişkimiz vardı. Ben böyle hatırlıyorum. Ve bu ilişkinin yaşayan tek katılımcısı ben olduğum için, yalnızca benim fikrim önemli.
Arkadaş grubumuzda kadınlarla ilişkileri tartışmaktan kaçınma eğilimi, muhtemelen Yu.‘nun, sınıf arkadaşları arasında ilişki kurulmasına olumsuz bakmasından kaynaklanıyordu. Bunun doğuştan gelen bir utangaçlıktan mı, katı yetiştirilme tarzından mı, acı bir deneyimden mi yoksa hepsinden birden mi kaynaklandığını bilmiyorum. Sanırım arkadaşlarım hakkında gerçekten pek bir şey bilmiyorum.
Bununla birlikte sen kızlara ilgi duyuyordun ve benim de benzer ilgimi fark ediyordun, bu da sana, kendi ifadenle beni şakayla karışık “şehvetli” olarak suçlama hakkı veriyordu. Bu suçlamalar kendimce bana bir Don Juan ağırlığı kazandırıyordu, senin ise sadece “şehvet” kelimesinin anlamı ve tınısı hoşuna gidiyordu.
Yu.‘nun gözetiminde olmadığımız zamanlarda, sana iki sınıf alttaki kardeşinin kız arkadaşı Ye.‘yi tavlamanı tavsiye ediyordum. Şirin ve neşeli Ye. senin hoşuna gidiyordu, kardeşin ise ondan çekiniyordu. Üçünüz de aşk konusunda acemiydiniz ve garip bir izlenim bırakıyordunuz. Ye. senden etkileniyordu, birbirinize âşık gözlerle bakıyordunuz ve yemeğe gidip gelirken ya da yemekhanede otururken sanki tesadüf eseriymiş gibi yan yana duruyordunuz.
Yine bir öğle yemeğinden sonra ana binanın balkonlarından birine çıkmıştık. İkinci katın balkonuydu. Gruptaki arkadaşların çoğu bahar güneşinin tadını çıkarırken, Ye. korkuluklara tırmandı ve balkonun dış tarafına çıktı, sen de onu ellerinden tuttun. Sen zaten dağcılıkla uğraşıyordun ve görünüşe göre kendi gücüne güveniyordun, ama zihinsel değil fiziksel gücüne, çünkü sonuçta Ye. asla senin olmadı. Ye. geriye doğru yaslandı, neredeyse havada süzülüyordu, sen onun sırt üstü aşağı uçmasına izin vermedin. Bu anlamsız risk gösterisi beni balkondan koridorun serin ve rutubetli karanlığına itti ve senin dağcılık tutkunun adrenalin bağımlılığının bir sonucu olup olmadığını düşünmeye sevk etti.
Güneşli bir cumartesi günü sen, Ye. ve ben, bizim binadan metroya doğru yürüyorduk. Gölgesi, kusurlu ve kısa ömürlü mutluluğunuzun üzerine düşen kardeşinle buluşmaya gidiyordunuz (bu kurgusal bir metin olsaydı, bu pasajı karalardım). Durmadan espri yapıyorduk. Sonunda dedim ki:
“Evlatlarım, sizi kutsuyorum…”
Ama Ye. bundan kısa bir süre sonra kardeşinden ayrılsa da kutsanmadınız.
Birkaç yıl önce onu metroda gördüm. Ye. beni tanımadı veya benimle konuşmak istemedi, zaten benim de ona söyleyecek bir şeyim yoktu. Ye.‘nin sağ elinin yüzük parmağındaki alyansı fark ettim, bu yüzden eğer yazdıklarım edebi bir kurgu olsaydı, senin kararsızlığına rağmen Ye.‘nin mutluluğu bulduğunu yazabilirdim, bu nedenle rahat uyu, eski dostum. Ancak edebi metinler dışında parmaktaki yüzük, mutluluğa bu sınırlar içinde olduğundan çok daha seyrek olarak işaret eder. Her iki durumda da rahat uyuyabilirsin.
Üniversiteye başladıktan sonra aileni ilk ziyarete gidiş hikâyeni hatırlıyorum. Bu anıyı benimle üçüncü sınıfta paylaşmıştın. Baba ocağına yaptığın o ziyaretin üzerinden geçen iki sene, olayı ironi katarak anlatmana olanak sağlamıştı.
“Yurtta azgınlık yapacağımı düşünüyordum,” diye anlatmıştın bana, ana binada Yu. olmadan öğle yemeği yerken. “Yurda yerleşmeden önce bir paket prezervatif almıştım. Ama hovardalık yapamadım… O paket sırt çantamda duruyordu, unutmuşum… Eve gittiğimde annem onu buldu, acayip utandım…”
Sanırım eve gitmeden önce çantanı ve ceplerini kontrol etmeyi öğrenmiş oldun. Belki de annene eşyalarını karıştırmanın kaba ve uygunsuz bir davranış olduğunu söylemişsindir.
Evet, bizim ebeveynlerimizin kuşağındaki insanlar, öğrenci oğullarının üzerinde prezervatif bulduklarında genellikle dehşete düşerlerdi. Ama bana kalırsa yetişkinliğe adım atan oğluna ilk doğum kontrol hapını alarak bunun nasıl kullanılacağını anlatan her anne baba, istenmeyen gebeliklerin, bunların mecbur bıraktığı evliliklerin ve kürtajların ve ayrıca tek ebeveynli aile sayısının en aza indirildiği normal bir toplumun gelişimine katkıda bulunmuş olur.
Madem ortalıkta kitaplar dolaşıyor ve sohbet seks konusuna döndü, Italo Calvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” adlı romanından bir cümleyi hatırlatmak yerinde olur. Alıntı şöyle: “Sevişme ve okumanın en benzeştiği nokta, içlerinde ölçülebilir zaman ve mekândan farklı bir mekân ve zamanın açılmasıdır”.
Öğrenciyken bu gözlemi takdir eder miydin emin değilim, ama iki çocuğunun olması her durumda cinsel deneyim edindiğini gösteriyor.
Teze hazırlanırken senden Puşkin’in Silvio’su gibi kendimden emin bir şekilde ödünç aldığım kitapları yıprattım ve hâlâ ofisimdeki dolapta duruyorlar. Bunlar Lev Gumilyov’un “Eski Rusya ve Büyük Bozkır” kitabı ile Arnold Toynbee’nin “Tarihin Oluşumu” kitabının kısaltılmış baskısıydı. Artık kitaplar benim, çünkü sen daha hayattayken bile pek çok kez zaman aşımına uğramışlardı.
Senden kalan eşyalardan biri de dizüstü bilgisayarın. On yıl önce bile arada bir açılıyordu. Sen onu çoktan unutmuştun, benim de pek aklıma gelmiyordu.
Üniversite yıllarında bilgisayarını Yu. senden ödünç almıştı. Sen maaşından biriktirerek yenisini almıştın, Yu.‘ya da onu kullanmaya devam etmesine izin vermiştin.
Birkaç yıl sonrasında bir haftalık iş seyahatine çıkmam gerekti. Dizüstü bilgisayarım yoktu, bu yüzden Yu. bana seninkini vermişti, böylece İrkutsk ve Çita’da yazı çalışmalarımı yapabilecektim. Senin örneğini izleyerek Yu. da kendisine bir dizüstü bilgisayar aldı, eskisini bana bıraktı. Ben ise yeni bilgisayar almadım. Sanırım varislerime bir sürü hurda miras kalacak.
Бесплатный фрагмент закончился.
Купите книгу, чтобы продолжить чтение.